9 Mayıs 2011 Pazartesi

Doğumdan Sonra Kürtaj

Her parçanız canlı ve işler halde olsa yaşıyor sayılır mısınız?
Muhtemelen.
Peki, her parçanız başkasına hizmet ediyorsa?..

Iskarta
Yazar: Neal Shusterman
Orijinal: Unwind
Basım: Tudem Yayınları


Kitap orijinal olarak 2007'de piyasaya çıkmış, Türkçesi ise 2010'da. Bunca zamandır bu kitabı nasıl gözden kaçırmışım bilmiyorum. Gerçekten okumaya değer bir kitap, Neal Shusterman "Gelecekte insanların %100'ü diğer insanlara nakledilebilecek." haberinden esinlenerek, doğumdan sonra kürtaj fikriyle şekillendirdiği distopyasını bize her duyguda yaşatıyor.

Yazarın distopyasında görünürde yaşama hakkına çok saygı duyuluyor. Bu nedenledir ki, bir çocuk ana rahmine düştüğü andan itibaren yasaya göre aldırılması söz konusu değil. Gel gelelim istenmeyen çocuklar 13-18 yaşları arasında ıskartaya çıkarılabiliyor. Yani parçalı yaşama sürecine geçiriliyor. Bunun kararını tabi ki çocuğun velayetine sahip insanlar yani genellikle anne-babaları veriyor. Kararın geri dönüşü de uç durumlar dışında söz konusu değil. Eğer 18inize kadar yaşamayı başarabilirseniz o başka.

Kitap da buradan yola çıkıyor: Ailesi tarafından ıskartaya çıkarıldığını öğrenen Connor istikamet:18 evden kaçıyor. Hikaye sadece Connor etrafından anlatılmıyor. Ana karakterler olarak Connor'ın dışında, bir devlet yurdunda kalan ve seçtiği alanda yeterince başarı gösteremeyen, bu nedenle yaşam hakkının tıka basa doldurduğu devlet yurtlarının bütçe kesimlerinden nasibini ıskartaya çıkarılarak alan Risa; bir de sahip oldukları her şeyin 10'da 1'ini tanrıya kurban etme zorunluluğuna inanan bir ailenin 'öşür' olarak yetiştirdiği Lev var. Bazı bölümler, ana karakterlerin onlarla yollarının kesiştiği ismi bile olmayan insanların açısından anlatılmış. Bu da hikayeye ilginç bir yön katarken, bir yandan da önemsiz gibi görülen karakterlere kitabında bir bölüm ayırmasıyla yazar ıskartaya çıkarılma kavramına cevap olarak 'birinin önemine sen karar veremezsin' dermiş gibi hissettiriyor.

Yazarın görüşü böyle hissediliyor derken karakterlerine çok merhametli davrandığı sanılmasın. Karakterlerini ve hikayesini kendi görüşlerinden ayırarak hem sevebileceğimiz, hem nefret edeceğimiz kişilerle bizi tanıştırıyor. Karakterleri cömertçe belaya sokarak hikaye örgüsünü arap saçı edip, çözebilme becerisi kitabı okurken anlaşılıyor. Yazara kişisel bir düzeyde yakınlık hissettiğimden mi bilinmez bu 'yapılandırılmış' kurgu çizgisi gözüme olması gerekenden biraz daha görünür geldi. Yazarın nerede zorlandığını, nerede bazı olasılıklar arasından seçim yaptığını, bazen bu seçimleri neden yaptığını görebiliyordum. Bunlar kitabı kendinize/hayata uzak bulmanıza sebep olabilecekken bende bir hayranlık uyandırdı. Yazarın seçimlerini görebilmek ve bunların üzerinde nasıl manevralar yaptığını kavrayabilmek yazarın emeğine daha da saygı duymamı sağladı.

Kitabın tansiyonunun en fazla arttığı yerde damarların patlama noktasına geldiğini, kurgu çizgisinin görünürlüğünü kaybedip yerini saf heyecan ve korkuya bıraktığını belirtmeliyim. Eğer benim gibi bazı tıbbi olaylardan etkilenen biriyseniz, bir yandan bembeyaz halde titreyip, midenizdekileri içeride tutmaya çalışırken bir yandan da heyecan içinde okumayı bırakamadığınız anlar olabilir. Bu türü ve blogda yorumladığımız kitapları seven biriyseniz bu kitaba da bir şans verin.

Kapakta eskiden çıkar birleştir tarzıplastik oyuncaklara benzer bir yapıda insan parçalarının görünmesi de hoş bir nokta olmuş.

Kitap konu itibariyle Never Let Me Go (Beni Asla Bırakma) kitabı/filmini ve Repo Men filmini hatırlatabilir ama kitabımızın geçtiği dünya onlarınkinden çok daha zalim ve çok daha iyi oluşturulmuş. Eğer bu konuda bir kitap yazsaydım, elimden gelenin en iyisi Iskarta'ya benzerdi diye düşünüyorum :) Onca şeyin arasında, insanı organ bağışçısı olmaya biraz daha sıcak (kitabın sonuna doğru pek de o kadar sıcak olmasa da) baktıran bir etkisi de yok değil.

Birçok ayrıntısı belli olmayan ikinci bir kitap da geliyor. İlk basımının 2007 olduğu düşünülürse yazarın işinde ayrıntıcı, özenli ve dikkatli olduğunu düşünmekte haklı olduğumu gösteriyordur belki de. Ya da sadece tembeldir :) İkinci kitabın İngilizce ismi Unwholly olarak görünüyor, yani Tam Değilken ya da Eksik diyebiliriz. (Çevirmenin daha iyi bir iş çıkaracağına inancım sonsuz.) Bu isim ikinci kitapta olacaklara bir işaretse pek de iyi bir şey beklemiyor bizi sanırım. Gerçi daha ilk kitaptaki karakterlerle devam edip etmeyeceği bile belli değilken (ki bence onlarla devam eder) pek bir şey söylemek mümkün değil.

Iskarta'nın bir filme uyarlanacağını da duydum. Kitabı okumaya başlamadan önce bilmiyordum. Şimdilerde filme veya diziye aktarılmayan kitap kalmamış gibi. Yazar ayrıca Skinjacker (Deri Yüzücü ?) Üçlemesi ve Bruiser (Boksör) ile de tanınıyor. Ben Türkçelerini bulamadım, İngilizce tercih edenler için Iskarta'nın devamı ve filmini beklerken iyi birer atıştırmalık olabilirler. İyi okumalar efendim, kelimelerle kalın.

30 Nisan 2011 Cumartesi

Büyükler Yoklar, Kalanlar Açlar, Olaylar B♥ka Sarar

Bütün yetişkinlerin bir anda yok olduğu bir dünya düşünün. Bir de üstüne dış dünyayla her türlü bağlantıyı kesen küresel bir bariyer ve içindeki gençlerde ortaya çıkan doğaüstü yetenekler... Ki bu dünyada değişen tek şey insanlar değil. Hayvanlar, algılar, kurallar, her şey değişiyor. Yetişkinlerin olmadığı bu dünyada, daha eski dünya hakkında bile yeterince bilgisi olmayan gençler yeni bir düzen kurmaya çalışıyor. Bu yeni oluşum; kargaşa, savaş, yıkım, açlık, macera, aşk ve dostluğu beraberinde getirirken 'karanlıktaki şeyler' ve 'Büyük 15' gibi bilinmezlikler sizi okudukça daha çok merakta bırakan bir gizeme acıktırıyor.

YOKLAR - YOKLAR 1/6
Orijinal: GONE - GONE 1/6
Yazar: Michael Grant
Yayıncı: Artemis

Gençleri hapseden bariyerin çevrelediği bölgeye Radyoaktif Serpinti Gençliği Bölgesi (RSGB) deniyor. RSGB içinde şok devam ederken, RSGB'nin başka bir kısmından gençler gelip Perdido Plajı'nda yönetimi ele geçirmeye çalışıyor. 15 yaşın altındaki gençlere 15inci doğum günleri geldiğinde ne olacağı da merak konusu. Zaten kitap her bölüm başında başkahramanın 15'inci doğum gününe doğru geri sayım yapıyor. Kitap tek bir bakış açısıyla yazılmamış. Her farklı olay, farklı karakterlerin bakış açısıyla anlatılıyor.

Birçok karakter etrafından anlatılmasına rağmen, ne karakter fazlalığı ne de olayların karmaşıklığı, hikayenin akışını sekteye uğratmıyor. Kitap gençlere yönelik olmasına rağmen içeriği şiddet ve iğrençliklerden uzak sayılmaz, hatta bazı bölümleri midesi kaldırmayanlar olabilir.

Kitap tanıtımında 'Dünyanın Sonu Böyle Gelecek' diye bir tabir var. Eğer gerçekten böyle olacak olursa oldukça ilginç ve maceralı olacağı kesin. İkinci kitapta da olanlara bakılırsa 6 kitabın sonunda bizi mutlu son beklemiyor olabilir.


AÇLIK - YOKLAR 2/6
Orijinal: HUNGER - GONE 2/6

Bu kitap, daha çok ilk kitapta bahsi geçen 'Karanlık'la ilgili ve tabi ki adından da anlaşılacağı gibi dış dünyaya kapalı RSGB'de açlık kendini gösteriyor. Gençler, açlığa çare bulmaya çalışırken, eski dünya düzenini de yeniden keşfediyor. Bu kitabı okurken yiyeceklerinizin değerini daha iyi anlıyorsunuz. Açlık o kadar ortada ve iyi anlatılmış ki, okurken siz de sürekli aç hissedebiliyorsunuz. Yanınızda ufak atıştırmalıklar bulundurmanız lehinize olabilir. Ama fazla kaçırmayalım :)

Daha ilk sayfalardan iğrenç bir ölümle açılarak o tekinsizlik hissini kolayca kalbinize yerleştirebilirken önceki kitaptaki karakterlere yenilerinin eklenmesi biraz zorlasa da yine de hikayenin hızlı akmasını engellemiyor. Kitap gerçekten etkileyici. Hikaye örgüsünün, işini iyi yapan birinin elinden çıktığı belli. Hem aksiyon, hem dram, hem daha bir çok şey barındırdığından son zamanların mide bulandıracak derecede aşka batmış gençlik kitapları arasında sivriliyor.


İki kitaba da 5 üzerinden 4 (Goodreads.com derecelendirmesinde 'çok beğendim'e karşılık geliyor) verdim. 1 puanı da, birçok şey barındırırken hep biraz eksik kalmasından ötürü kırıyorum. Belki de farklı açılardan anlatıldığı için, hiçbir karakterle tam manasıyla bağ kuramıyorumdur...

7 Nisan 2011 Perşembe

Suları Yakan Ses

Son zamanlarda genç bir şarkıcının ismi birçok yerde geçmeye başladı. Adele. Birkaç sene önce radyo listelerinden birini dinlerken Chasing Pavements şarkısına denk gelmiştim. 19 yaşındaydı o zaman, albümünün adı da 19 idi. Kendisi İngiltere Londra doğumlu. Leona Lewis, Jessie J gibi isimlerle aynı sıraları paylaşmış. Şimdi 21 yaşında çıkardığı yeni albümü 21, adından en azından yurt dışında çokça söz ettiriyor.

Adele'in çok doğal bir sesi var, soul müziğe çok iyi gidiyor. Yeteneği de çok doğal, sesini gerçekten iyi ve rahat kullanıyor, suları yakacak kadar da tutkulu. Anlamlı sözleri ve ruha dokunan müziğiyle insanın içine işlemeyi başarıyor. Şarkılarını dinledikçe daha çok seviyorsunuz. Çok içten, günlük hayattan çıkma aynı zamanda olağanüstü.

21, İngiltere'de bir kadın şarkıcının 1 numarada en uzun süre kalan albümü. 1990'da çıkan Madonna albümünü tahtından indirmiş. Albümün tarzı soul deyince ay ne asortik deyip uzak görmeyin. Albüm her türden müzik seven insanı kendine bağlayacak sadeliğe sahip. Daha karmaşık düzenlemeler mevcutsa da, bir piyano, birkaç yaylı ve Adele'in daha fazla enstrümana ihtiyaç bırakmayan sesi şarkıları tarzından bağımsız olarak kalplere ulaştırıyor. Günümüzün elektronik pop/r&b'sinden sıkılanlar için iyi bir alternatif.

Sanırım albüm Türkiye'de nisan ayının ilk haftası itibariyle piyasada değil. Kitap/CD'cileri kontrol etmek lazım. Ama grooveshark, lastfm, dailymotion ve bilimum illegal kaynaklardan albümleri dinleyebilirsiniz. Adele'in BRIT ödüllerindeki performansı çok beğeni toplamıştı. Canlı performansıyla, Someone Like You (Senin Gibi Biri) izleyelim:


Adele - Someone Like You (BRIT Awards 2011) javierlobe

Burada hem kitabı hem filminden bahsettiğimiz Ben Dört Numara filminde de Rolling In The Deep (Derinler(d)e Yuvarlanıyorum) aşağıdan izleyebileceğiniz sahneye karakter kazandırmış, karizmasına karizma katmıştı.


I Am Number Four - Burning down the house teasertrailer

Kişisel favorilerim arasında 21'den, Someone Like You, Rolling In The Deep, Set Fire To The Rain (Yağmuru Ateşe Verdim), Turning Tables (El Değiştirme-Üste Çıkma), 19'dan, Best For Last (En İyiyi En Son (Söyle)), Chasing Pavements (Kaldırımları Kovalamak), Make You Feel My Love (Aşkımı Sana Hissettiririm) bulunuyor. Şiddetle tasv.. tafsi.. tays.. tavsiye ederim.

24 Mart 2011 Perşembe

Ben 4 Numara Evde Kahve Bitmiş Varsa Alayım

Size ne demiştim. Kılıfa gerek kalmamış, kitap kapağını direkt film posterinden almışlar. Ayrıca poster hediyeli. Ne şeker (!)
İlginç olan, film ve kitap isimlerinin farklı olarak sunulması. Kitap hakkında daha fazla söylenecek bir şey yok. Filme gelirsek, buyrun kandırıkçı olmayan fragmanı izleyin:


I Am Number Four (Science Fiction) trailer#3 HD myfilm-gr

Filme hitap ettiği kitle açısından bakarsak, film güzel görünebilir. Bana sorarsanız sadece bir "eh" alır. Film ancak kitabın seviyesine gelmiş. Kitabı aşamamış, hatta kitapta hoş görünen, kitabın hikayesini benzerlerinden ayıran noktalar filme ya eklenmemiş ya da kısa tutulmuş. Alfred Gough ve Miles Millar'ın senaristliği, Smallville benzerliğine benzerlik katmış. Film o kadar izle ve unut tarzında çekilmiş ki, daha izlerken unutuyorsunuz. Karakterlerle bağ kuracak zamanı bulamıyorsunuz da. Sanki önceki sahneler hemen bitsin de amcalar pipimi görsün demiş yönetmen. Yani, sondaki ekşın sahnelerini.

Efektlerin hakkını vermeliyim. İyi bir iş çıkarmışlar. Ama efektler artık Leman teyzenin oğlunun çizimleri kadar ulaşılabilir olduğundan çok da önemli bir fark yaratmıyor. Filmin tek "iyi bir şey çıkabilirmiş gibi" görünen noktası, kitapta okuduğumu hatırlamadığım bir bağlantı. Sam ve babası ile alakalı. Lorienlilerin dünyalılarla önceki zamanlardaki iletişimleri konusunda bir geçmiş var sanıyorum. Aslında bu da Smallville'de vardı ama neyse.

Sonuç olarak, film hitap ettiği kitle olan ergenler için elinden geleni yapıyor. Ancak, film zevki gelişmiş hem yetişkin hem ergenler için tatmin edici bir film değil. Beklediğimin biraz altında kalıyor. Önceki yazımda söylediğim gibi "ortalamanın (biraz) üstünde." bir film beklerken ancak "ortalama" bir film izleyebiliyoruz. Bu da türü sevenler için geçerli (Genç yetişkin kitapları ve uzaylılı bilim kurguları). Sevmiyorsanız yanına hiç yaklaşmayın.

23 Mart 2011 Çarşamba

Katniss Yaşar Diyorsanız 23 yazıp 3252'ye SMS atın

Açlık Oyunları
Açlık Oyunları Üçlemesi 1
Orijinal: The Hunger Games
Yazar: Suzanne Collins
Basım: Pegasus

Kitap çıkalı uzun zaman oldu. 2012’de film olacak. Başrolde oynayacak kişi belli oldu.Bu gelişme, kitapları aklımıza getirdi. İlk kitaptan biraz bahsedelim dedik. Önce tanıtım:

Diktatörlükle yönetilen bir ülkede, patronun kim olduğunu hatırlatmak için her sene 12-18 yaşları arasındaki gençler arasından kurayla seçilen bir kız, bir de erkek; tek bir kazananın olduğu, ölümüne bir oyuna sokuluyor. Oyun televizyondan yayınlanıyor. 12 Mıntıka'dan toplam 24 Haraç var. Başkentteki (Capitol'deki) insanlar bunu severek izliyor. Mıntıkalarsa açlıkla mücadele ediyor. Kazanırsanız bu, mıntıkanız için bir sene rahatlık; sizin içinse, sonsuz şöhret ve zenginlik anlamına geliyor.

Kitap, eski yunanda gerçekleştirilen benzer bir oyundan ve reyting uğruna, gerçekmiş gibi olanla gerçekleri bir arada vererek, izleyicileri duyarsızlaştıran TV kanallarının şiddet içerikli programlarından esinlenilerek yazılmış.

Henüz çekim öncesi hazırlıkları devam eden filmin baş rolünü Jennifer Lawrence kaptı. 90 doğumlu Lawrence, 16 yaşındaki Katniss Everdeen'i canlandıracak. Filmin Alacakaranlık-vari bir çılgınlık yaratacağı düşünüldüğünden rol, hem JLaw için hem filmi yapan Lionsgate şirketi için bir dönüm noktası olabilir.

Winter's Bone ile Oscar'a aday olan JLaw


Çaylak, beni seriyle tanıştıran kişi. O günden beri kitap ve filmle ilgili şeyleri onunla tartışırız. Burada da böyle bir yöntemle kitabı anlatalım dedik. Yöntem gereği, spoiler vermiş olabiliriz. Bilginize.

Ogu
Çaylak, başrol seçimini nasıl buldun?

Çaylak
Beğenmedim şahsen. Kız hiç aç kalmış gibi görünmüyor.

Ogu
Ben beğendim, ama zayıflaması gerekebilir haklısın. Şimdi Çaylak, beni seriyle tanıştıran sen olduğundan sen başla kitabı yorumlamaya.

Çaylak
Açıkçası ben anlatılan tüm distopik unsurları romanın belli bir yerine gelinceye kadar pek yadırgamadım. Karakterler hikayeye uygundu fakat gerçek insan zannedilecek kadar gerçekçi sayılmazlardı. Hikayenin ilk bölümlerinde sıkılmadım diyemem, haraçlara bir imaj çalışması yapılıyor, bu kısımlar bana göre değildi.

Ogu
Bana sorarsan hikaye ikinci bölümden sonra hiç ilginçliğini kaybetmiyordu. İmaj hazırlayıp popstar gibi sundukları gençlerden birbirlerini öldürmeleri isteniyor, bu çok hastalıklı bir durum.

Çaylak
Evet bu ve benzer nedenlerden ötürü kitapta sözü geçen sistemin mimarlarına karşı bir kin oluştu içimde. Capitol’e çok gıcık oldum.

Ogu
Hikaye boyunca hissettiğin bir çeşit gerilim vardı. Rahatsız eden bir yanı vardı kitabın. Tüm anlatılanların gerçek olabileceği ve durumun vahşeti okurken insanı bir derece daha uyanık tutuyordu. Durum rahatsızlık vericiydi ama okur olarak bunu sevdik.

Çaylak
Zaten hep bir “hiç kimseye güvenemeyiz.” hissi vardı. Başkarakter Katniss için bu oyunlardan da öncesine gidiyordu. Mıntıkaların durumu da öyleydi. Yani o gerilim ve tekinsizlik durumu mıntıka halkı üzerinde hep vardı. O hayatın doğal bir elementiymiş gibi.

Ogu
Sanırım hikaye o element sayesinde bir yerlere geldi. Capitol halkı da garipti. Şimdilerin tikicanlarının psikopatlaşmış halleri gibilerdi. Kendilerine sunuluş biçimlerine göre kanlı ölümleri rahatça benimseyip, eğlence olarak görebiliyorlardı.

Çaylak
Bohem adamlar, çocuk bile yapmıyorlar doğru dürüst.

Ogu
Her şey ambalaj ve görüntü ile anlam kazanıyor hayatlarında. Capitol ve mıntıka halkları arasındaki ayrımın, şimdinin Zengin-fakir arası uçurumuna bir gönderme olduğunu düşünebiliriz. Bir taraf gereğinden fazla şeye sahipken, diğer taraflar açlıkla mücadele ediyor. Bu şimdinin dünyasında da var fakat, Capitol insanlarının daha uç bir farkında olmayışlılık seviyesinde olduğu söylenebilir.

Çaylak
Açlığın yanında, o kadar teknoloji olmasına rağmen mıntıkadakiler, eski çağlardaymış gibi yaşıyorlardı. Mahrumlardı birçok şeyden. Beni en çok etkileyen şeylerden biri de, Açlık Oyunları’nın galipleriydi. İlk kitapta fazla öne çıkmasa da, galiplerin aslında katil olmalarına rağmen Capitol halkınca çok sevilip, takdir görmeleriydi.

Ogu
Bununla yaşamanın zorlukları da anlatılıyordu.

Çaylak
Kazanmak kaybetmek pek fark etmiyordu, evet.

Ogu
Ya öl, ya öldür. Oyunlar ve Oyun Kurucular başka seçenek bırakmıyordu.

Çaylak
Canımı en çok sıkan şey, başkahramanın gönül işleriydi.

Ogu
Bence dozundaydı. Hem son günlerde aşk üçgeni olmayan gençlik kitabı yok gibi bir şey. Romantizm beni hiç baymadı. Özellikle işin içine TV girdiği için, olayların farklı boyut kazanması oldukça enteresandı. Zaten Katniss ülkenin durumundan dolayı aşk meşk işlerine sıcak bakmıyordu.

Çaylak
Üçgen fazla uzadı bence, Peeta ve Gale'den birini seçecekti işte. Diğer karakterlerden de bahsedelim, Katniss’in kardeşi çok iyimserdi, Annesi de…

Ogu
Fazla ayrıntıya girmeyelim. Genel olarak ne söyleyebiliriz?

Çaylak
Annesinin mal olduğunu söyleyebiliriz hacı.

Ogu
:))

Çaylak.
Hiç boş karakter yoktu. Her karakterin bir görevi vardı, yazarın laf olsun diye koyduğu bir karakter var mıydı hatırlamıyorum.

Boş karakter yoktu evet. Kitap bu kadar TV'ye eleştiride bulunurken, yazarın kitabının filme aktarılmasına izin vermesi de garip gelmişti doğrusu. Daha sonra kitapta hissettiğimiz o gerilimi, Testere veya Hostel filmleri gibi kana bulanmadan, tekinsiz beklenti hissine yoğunlaşarak anlatacaklarını okudum. Bakalım, kıyamet kopmazsa izleyeceğiz. Kitabın, filmi ve boku çıkmadan kitabı okumanız için yaklaşık 1 yılınız var. Sonra, popülerliğinden tiksinti duyabilirsiniz. Bizden söylemesi.

Satın alma linki: Onu da kendiniz bulun.

17 Mart 2011 Perşembe

Rango Rango Şişeler

Eh madem bloglarımız açıldı, bahsetmediğim Rango'dan şimdi bahsedebilirim. Ehem,


Rango.
Johnny Depp, Isla Fisher, Abigail Breslin, Timothy Olyphant
Yönetmen: Gore Verbinski

Bir ev bukalemunu olan Rango, kimlik bunalımına girdiği sırada bir kaza sonucu kendisini su sıkıntısı çeken bir vahşi batı kasabasında bulur. Hiç tanınmadığı bu yerde, kendini korkusuz sert erkek Rango olarak tanıtınca kasabanın yeni umudu olarak maceraya atılır.

Fragmanlar:
Türkçe Fragman:

Rango Trailer HittFilm

İngilizce Fragman:

Rango - Theatrical Trailer [VO-HD] Eklecty-City

Rango animasyonda yeni bir teknikle çekilmiş, daha doğrusu kaydedilmiş. Hareket yakalama yerine duyguları yakalamayı tercih etmiş yönetmen. Animasyon filmlerde normalde, seslendirme sanatçıları tek tek veya gruplar halinde stüdyoya girerek kendi karakterlerini seslendirip çıkıyorlarmış. Seslendiriyorum çıkıyorum! Yönetmenin ilk animasyon denemesinde bu yöntem ona çok abes gelmiş. Oyuncular arasındaki etkileşimin ve doğaçlama faktörünün önemli olduğunu düşündüğü için, karakterleri seslendiren oyuncuları bir mekanda toplayarak küçük bir okul piyesi yönetir gibi sesleri kaydetmiş. Türkçe ve İngilize fragmanları vermemin nedeni bu. Çünkü Türkçe dublajlı izlediğinizde bu yöntemin getirdiği yenilikten mahrum kalmış oluyorsunuz. Ayrıca, filmdeki karakterler güneyli aksanıyla konuşmaktalar, Türkçe dublajda bunu da kaybediyoruz.

Fragmanlar, espriler konusunda büyük oranda açık vermeyerek filmi tadında izlemenize olanak sağlıyor. Fragmanda izlediğiniz esprilere bile tekrar gülebiliyorsunuz. Karakterler ve karakterlerin hareketleri de çok gerçekçi, sözünü ettiğim bu yeni ses kaydı yöntemiyle de iyice insanlaşan çöl yaratıkları, konuşan hayvanların olduğu bir kasaba gerçekten varmış gibi hissettiriyor. Film arası verilene kadar filmden hiç kopmuyorsunuz. Aksiyon, espriler ve hikaye ustaca kaynaştırılmış.

Karakterlerin hiçbiri pelüş oyuncaklara benzemiyor. Güzel değiller ama filmi izledikçe bazı karakterlere ısınıp tatlı olduklarını düşünüyorsunuz. Dört baykuştan oluşan latin müzik grubunun elemanları filmin en sevimli karakterleri. Eski vestern filmlerini sevenlere küçük bir sürpriz yaparak, vesternlere saygısını gösteren Rango filmi, bu filmlerin klişeleşmiş sahneleriyle dalga geçmekten geri de kalmıyor.

Yeğenlerinizle, kuzenlerinizle, arkadaşlarınızla, kardeşlerinizle :) izleyebileceğiniz hem eğlenceli, hem doyurucu hikaye örgüsüne sahip kaliteli bir yapım. Hele hem animasyon hem vestern seviyorsanız tadından yenmez. İyi seyirler.

12 Mart 2011 Cumartesi

Şimdi Burada Ne Güzel Rango'dan Bahsedecektim

Geçenlerde Rango'ya gittim, filmi beğendim. Blogumda anlatmak için sabırsızlanıyordum. Aklıma geldi blogger/blogspot'un "mahkeme kararıyla" yasaklandığı. Fragman izletmek istesem, Youtube da yasaklı... Dünyada önemli bir noktaya gelen her site Türkiye'de yasaklanma riskiyle karşılaşıyor. Çünkü her isteyen, işine geldiği gibi dava açıp kendi kişisel sebepleriyle bile siteleri kapattırabiliyor: bakınız Richard Dawkins'in sitesi. İnternet ortamından, sitelerin işleyişinden kanımca haberdar olmayan hakimler de mecburen kapatma cezası veriyor. Ayağı kırılan atı öldür misali, kontrol edemediğin içerik yayınlayan her siyeti tamamen yasakla.

Evet, belki ben şu anda blogger'a girebiliyorum. Youtube'a da yıllardır girebiliyoruz. Ama arka sokaklardan, kara borsadan bilet almış gibi, pis işler çevirir gibi proxylerle, DNSlerle. Google olmadan ödev yapamayan nesiller yetiştiriyoruz. Gün içinde yaşadıklarını, tweetlik, blogluk, face'lik olarak ayıranlar var. Artık bu internet merciileri, en iyi haber sitelerinden bile daha ön plana çıkmaya başladı, çünkü bu sayede halk kendi içeriğini oluşturabiliyor. Daha geçenlerde Mısır'daki barışın maddelerinde gördük Facebook'a özgür erişim hakkını. Kaç kişi öldü, bu maddenin de bulunduğu özgürlük maddeleri adına.

Bir Amerikan Rüyası vardır. Çok çalışırsan istediğini olursun gibisinden. Ama insanlar, o rüyaya ulaşmanın sadece çalışmaktan geçmediğini çok sürmeden anlamışlardır. Yakalanmadan hırsız da olsan, dolandırıcı da, pis işler de yapsan sonunda sana vaat edilen hayata ulaşabiliyorsun. İnternet üzerinde veya herhangi bir ticaret ortamında sen, topluma yüksek standartlı hayalleri teşvik eder sonra bunları aylık abonelik ücretiyle satmaya çalışırsan, illa ki buna ulaşamayacak bir kesim olacaktır. Bu kesim de aynı Amerikan Rüyasına ulaşmak için illegal yollara başvuranlar gibi, İnternet mafyalığına, kara borsacılığına, korsanlığına başlayacaktır. Adidas giyemiyorsa Abibas giyecektir. Elma'sı sonradan yapıştırılan mp3 çalar dinleyecektir. Sen o ayakkabıyı ayağına giyen, o mp3 çaları dinleyen her garibanı kodese tıkarsan bu anarşiye davettir.

Malum tv kutusu satıcısı, blogger'ı ve içinde blogspot geçen her blogu kapatarak aynen bunu yapmıştır. Bu yasakların sonu yoktur. Türkiye artık özgür içerikle başa çıkmayı öğrenmelidir. DNSlerle duvarı yıkılmış, denden blog yarı kaçık cezaevinin parmaklıkları ardından, iyi günler.

Rango'yu yazamadım. Ona harcayacağım vakitte bu ateşli, mesajlı vidyoyu yaptım. Müziği olmasa bir boka benzemez, fotolarla, photoshop'la ancak bu kadar oluyor. Hayata Tam Erişim! Buyrun efendim


Bu Hayata Erişim Engellenmiştir nixpadas

27 Şubat 2011 Pazar

Hayatı Çok Sevdim Yine Oynat Uğurcum

Ken Grimwood
Sil Baştan
Koridor Yayınları
Orijinal Adı: Replay

Kitabı bitirdiğimde büyük hayal kırıklığına uğradım. Ama kitap kötü olduğu için değil, yazarın 2003'te bu kitabın ikincisini yazarken öldüğünü okuduğum için. Kitapların arkasına eleştirmenlerden notlar eklemek adettendir. Ama çoğu kez bu alıntılar gerçeği yansıtmaz. Koridor yayınlarının basımını 2010'da yaptığı bu kitapta eleştirilerden alıntılanan notlar kitabı çok iyi tanımlıyor. Ne fazla ne de eksik. Merak edersiniz diye alıntılar:

“Uzun zamandır okuduğum en sıradışı, en sürükleyici roman.”
Dean Koontz

"Zaman kavramını ve doğasını irdeleyen merak uyandırıcı bir kitap. Mükemmel bir anlatıma, şaşırtıcı sapmalara ve ayrıntıları titizlikle işleme ustalığına sahip."
Atlanta Journal-Constitution

“Grimwood olağanüstü gözlem yeteneği, üslubu ve orijinal kurgu yeteneğiyle benzerlerini fersah fersah gerilerde bırakıyor.”
Publishers Weekly

Kitap orijinal dilinde ilk basımını 1987 yılında yapmış. Biliyorum eski. Kitabı okumaya başladığımda bu beni de biraz rahatsız etmişti. İlk alıntıyı da fazla ciddiye almayalım. Dean Koontz'un bunu ne zaman söylediğini bilmiyorum çünkü. 18 haşında (haş dedim yaş değil) biri olarak 88 ve öncesi konusunda derin bilgilere sahip değilim. Kitap da 63-88 yılları arasında geçiyor. Kitabın 3'te 1-1,5 luk kısmında "Niye 60-70-80ler ya? Bildiğimiz dönemlerde olsaydı keşke." diye düşünüp durdum. Zaten kitabın o kısımlarında baş kahramanımız Jeff'in tekrarlarından başka bir şey olmuyor.

Yazarın gözlem yeteneği ve onları anlatma biçimi gerçekten güzel. O nedenle konunun ilerleme kaydettiği kısımlarda 3'te 1lik kısımda sıkıldığınız için yazara haksızlık ettiğinizi düşünüyorsunuz. Çünkü yazarın, romanın geçtiği dönemdeki olaylardaki seçimi, tasviri, kahramanları ve bakış açılarını bu olaylara eklemesi takdire şayan. Eminim o yılları yaşamış veya o yıllar hakkında benden daha geniş bilgiye sahip insanlar bu romandan kat kat daha fazla zevk alacaklardır.

Yazarın vermek istediği mesaj basit: "Geçmişe takılma, her gün yenidir, hayatını yaşa." Ama mesajın böyle bir kurguyla sentezlenmiş olması fark yaratan nokta oluyor. Onca sayfayı bunun için mi okudum dedirtmiyor en azından.

Roman sadece mesaj iletmekle kalmayıp okuyucuyla da bir şekilde iletişime geçiyor. Geçmişte yaptığı hataları değiştirmek için bazen geri dönmeyi isteyen birçok insandan biriyim ben de. Bu romanı okurken kendi geçmişinizi de gözden geçirmemek elde değil. Baş kahraman Jeff'in hafızasına hayran kalmamak da öyle. Adam gazeteci olduğundan bir çok şeyi biliyor. Bildiklerini de iyi kullanarak kendisine maddi, manevi yarar sağlıyor. Bazen de zarara neden oluyor. Belki haşım gereği ama, kitabı okurken bir gün geçmişe dönersem (ya tabi) işime yarayacak ne kadar az şey biliyorum diye endişe etmedim değil. Çok şey de bilseniz, "Geçmişe gitsem her şeyi düzeltebilirdim." diye düşünüyorsanız, hata ettiğinizi anlıyorsunuz. Çünkü dünya ve kendi hayatı hakkında çok şey bilmesi Jeff için her zaman iyi olmuyor -kelebek etkisi işte- .

Jeff, tekrarlarında olanları unutmuyorken, her tekrarına ilk hayatının belli bir yerinden başlıyor. Kitabın sonunda neden hep ilk hayatından başladığı, daha çok kitabın mesajıyla alakalı olmakla birlikte açıklığa kavuşuyor.

Okuması keyifli, mesajı güzel, ikinci kitabı elde olmayan sebeplerden dolayı hiç çıkmayacak, iyi yapılandırılmış, dolu bir kitap. Yakın dünya tarihiyle alakalı bazı olaylara, benim gibi tarihi kötü olanlar için, biraz aşinalık kazandırması da güzel. Hani öyle çok popüler bir şey olacak bir kitap değil ama zaman ayırmaya değer bence. Zamanında aldığı ödülleri de mevcut zaten. İyi okumalar.

24 Şubat 2011 Perşembe

Garip Anlar, Uygunsuz Durumlar


Aynada veya tek başınayken garip hareketler yaparken, dans ederken, şarkı söylerken basılmak.
Tüm bunları yaparken basılınca, sanki az önce saçmalayan sen değilmişsin gibi efendi efendi durursun. Seni basan da bozuntuya vermez ya en sevdiğim kısmı odur.

Bir şeyi kötüledikten sonra karşındakinin aslında o şeyin bir örneği olduğunu anlamak ya da tam tersi.
Geçen gün Milano Moda Haftası'ndan dönüyorum, viaypi först kılas uçaktayım. Yanımdaki Türkle bir sohbete başladık. Konu nereli olduğumuza geldi. Şehirleri söyledik. Hemşehri çıkmadık tabii sonra adam memleketimin mekanlarından bahsetti şöyle güzel, böyle güzel, şuraya gittim, burda akrabalarım var, bir de şu varoşları var oralar da şöyle tü böyle kaka... O muhittekilerden her pislik beklenirmiş gibi. Eh bilmiyor ki ben de o varoşlardanım.

İkinci - üçüncü tekrardan sonra söyleneni hâlâ anlamamış olmak.
En çok başıma gelen şeydir. Bir ay kadar önce bir telefon geldi, bir iş teklifi... kuarçoiordan arıyorum efendim, şöyle bir iş var böyle bir şey olacak, şunu yapacaksınız falan... Aklıma yattı, olabilir dedim, şirketin adını tekrar sordum. Kuarçoiort dedi. Hmm dedim.


Arkadaşının mahrem yerlerine baktığını arkadaşının fark ettiği an.
Ayyy. Lanet. Göz bu dönüyor işte yuvasında, takılıyor işte bazen. Çok büyütmemek lazım. Sonra büyük olunca göze batıyor, gözünü yukarı bir kaldırıyorsun o da sana bakıyor. Lafını da edemezsin. "Pardon ya yanlışlıkla memelerine baktım. Dünya ahret bacımsın." mı diyeceksin? Sen kırmızı kulaklarınla dönersin işine o da çevirir gözünü.

Annenin donunu, kendinin giydiğini gün içerisinde fark etmek.
Komşunun beyaz perdelerinin içerideki popoyu seçmene olanak verecek kadar geçirgen olduğunu öğrendikten sonra, bizim de beyaz olan perdelerimize hiç güvenim kalmadı. Bundan sonra karanlıkta giyinmeye başladım. Annemin de donunu benimkilerle karıştıracağı tutmuş. Ertesi gün okulda donun sürekli iç cephelere çekilme çabasına bir türlü anlam veremeyince durumu elimle hissettiğim küçük çiçek işlemesi açıklığa kavuşturdu. Millet de arkamdan papatya falıyla tanga giyiyor, tanga giymiyor yapmıştır kesin.

Hiç tanımadığın birinin doğum günü kutlamasının orta yerine düşmek.
Askerliğimi tecil için şubeye gitmiştim. Şu evrakı yaz, bunu imzala, şunu şu kişiye götür damga bassın... Aldım evrağımı girdim kapıdan. Masasının arkasında bir adam önündeki kağıtları imzalıyor. Biraz bekle dedi. Köşede dikildim. Kapı çaldı, biri geldi, masadaki adama müsait misiniz diye sordu. Adam kızı içeri davet edince arkasından bir güruh "Mutlu yıllar saanaaa..." diye odaya doluştu. Pastalar, hediyeler... Ben de kendimi gözümde bir şaşkınlık ellerimde tereddütlü bir alkış, yamuk yumuk gülümserken buldum.


Az önce sana bir şey ısmarlayan eski arkadaşının adını unutmak ya da yanlış söylemek.
Ve devam eden cümlelerde aynı yanlışı tekrarladıktan sonra, durumu kendi kendine idrak etmek.

Başkasının evinde girdiğin tuvaletin sifonunun bozuk olması, tuvalet kağıdının bitmesi, tuvaletin tıkanmış olması vb.
Hiç girmiyorum bu konuya.


Konuşurken ağzından kaçan minik tükürük parçasının karşınızdakinin üzerine gelmesini izledikten sonra konuşmaya göz göze devam etmek.
Biliyorsun, az önce adamın yüzüne tükürdün. Adam belli etmiyor ya da gerçekten fark etmedi. Ama sen biliyorsun. Biliyorsun.

Birine tam gülümsediğin veya el salladığın anda sana bakmayı kesmesi veya seni görmemesi/ karşılık vermemesi.
Fazlası tik yapıyor.

Yağmurda sığındığın yerin bir fantezi iç çamaşırı dükkanı önü olması.
Bir arkadaşımla dolaşırken yağmur bastırdı, bulduğumuz ilk korunağın altına sığındık. Arkamızı bir döndük ki, kırmızı, siyah, fantezi donlar. İki erkek, yağmurda bu vitrine bakıyor. Ki inanılmazdır, bu yalnızca bir defa olmadı. Aynı kişiyle. :">

Elin yanmasın diye öylece bıraktığın bardağın narin yerlerine düşmesi.
Şahsen başıma gelmedi, ama başına gelen arkadaşa buradan baş sağlığı diliyorum.


Sokakta birilerinin sizi ünlü birilerine benzetmesi veya sizi işaret etmesi.
Sokakta yürürken karşımda birinin bana baktığını gördüm. Ardından yanındakine bir şey söyleyip benim tarafımı işaret edişini. Ben yaklaştıktan sonra diğeri kafasını salladı -Yok canım o değil, der gibi -. O da geri döndü. Gel de çık işin içinden. bu olay da bir defaya mahsus değil üstelik.

Bana bir şey olmaz deyip içtikten sonra, yaptıklarını ertesi gün facebook'tan öğrenmek.
Başına gelen arkadaş, sarhoşluk konusundaki tüm tabularımı yıktığı için ona teşekkürü bir borç bilirim.

Pisuvarda işini görürken başka birinin o kadar boş yer varken hemen yanındaki pisuvarı seçmesi.
Niye ki şimdi?

Birinin elini sıktıktan sonra, onu burnunu karıştırırken / poposunu kaşırken gördüğün an.
Müsaadenizle ben lavaböya kadar gidiyorum. Bir şey isteyen?

15 Şubat 2011 Salı

Geber Sevgilim

Oldum olası bazı aşk filmlerini daha çok sevmişimdir. Sevgililerden birinin ölümcül bir hastalığa yakalanıp öldüğü filmler. Yıllardır sevgilisiz geçirdiğim 14 Şubatlardan olsa gerek, çiftlere garezim var galiba. Geçen sevgililer günü de farklı olmadı. Acaba kumrulara olan nefretimin kaynağı da çift olarak anılmaları mı? Çocukluğuma inmeyeyim çok gerilerde kaldı. Orada burada gezişen, sevişen, öpüşen çift görmeye dayanamıyorum, bulantı yapıyor. Çift görme sendromu astigmat olarak da bilinir. Ama onun bununla alâkası yok.

Sendrom kendini şöyle gösterir: Dışarı çıkarken her şey mutlu başlamıştır. Evden çıktıktıktan 15 dakika sonra bozulacak krem 7/24le yapılmış saçlarınla dışarı çıkarsın. Kulağında şen bi şarkı. Tıngır mıngır yürüyorsundur. Sonra... Dank! Çift! Böyle bir el elelik bir sarmaşlık bi dolaşlık. Kızın büzülmüş dudakları, tutuşagelmiş eller ve mana(?) dolu bakışmalar... Aman bunlar da sevgili mi canım! 2 haftada biter bunların işi! Millete hava attıklarını sanıyorlar işte! Heh! Ne kadar banal... Duruma sinir olursun çünkü yalnızsın. Çift silueti bu andan itibaren tiksinti vermeye başlar. Mide bulantısı yapar.

Sonra kendini düşünmeye başlarsın. Bir garip kalp sızısıyla birlikte miden yanar. Keşke sabah sucuklu yumurta yemeseydim diye düşünürsün. Benim niye sevgilim yok dersin. Sonra ben onlarınki gibi bir şey istemiyorum ki dersin. Sende yok diye milletin aşkına dil uzatırsın na bele :P bu da daha kötü hissetmene sebep olur. Eskilerin varsa onları bi geçirirsin aklından. İz bırakanlar unutulmaz. Bir acaba geçer içinden. Sonra yanında biri varsa söylenmeye başlarsın: Bunlar niye böyle, ben niye yalnızım, gerçek aşk var mı, bulunması neden zor, aşka inanmıyorum abi, aşksız yaşayamam abi etsetra, vesaire, bla, bla. (arkadaşın sana ne kadar değerli bir insan olduğun konusunda zırvalar -aman sana kız/herif mi yok gibisinden-)

Hal böyle iken, tadında bir aşk yaşamak oldukça kolaydır aslında. Gidici sevgili bulacaksın. Çiftlerden birinin öldüğü filmleri ondan seviyorum. "Ya Sonra?" diye düşünmüyorsun bir kere. Her şey de tadında bitiyor. Tutan, tutmayan filmlere bakın. Aslında çoğunda aynı yol farklı manzaralarla gezilir. Sevgilin gidici olmasa da işin içine dram girmeden olmuyor çünkü. O kız niye büzzük dudaklarla bakıyordu oğlana sanki? Öyle daha güzel göründüğü için mi? Hayır! Dramatik görünmeye çalışıyor kız.

Aşkta dramanın, kolada firmanın formülünü açıklıyorum. Gerçek hayat, film, kitap fark etmez, uygulayın sevgiliniz size köle olmazsa ne olayım? Ne olayım? Shakira'nın 1 sene içinde sevgilisi olayım.

1. Aralarında fark olan potansiyel bir çift seçilir.

Zengin / fakir (bir sürü türk filmi)
Hasta / sağlıklı
sosyal / asosyal
yaşı büyük / yaşı küçük
vampir / kurt / insan / büyücü ...

2. En olmadık zamanda ve en olmadık yerlerde birlikte zaman geçirmeye başlarlar. Biyokimya devreye girer ve çiftin birlikte geçirdiği zaman onlara aşk ve meşk olarak geri döner.

3. Tamam, birlikte oldular derken, dramatik bir olayla ayrı dünyaların insanları olduklarını hatırlarlar. Ya da biri ölümcül bir kaza geçirir. Bu da diğerine, onu kaybetmenin ne demek olduğunu sezdirir ve daha derin bir aşk başlar.

4. Bir sevgili diğerinin hayatında/kendisinde bir şeyleri değiştirir. Artık o sıradan bir birliktelik değildir. Ne demişlerdi: Rasgeldiğimiz onca kişi ve hayat arasında sadece birkaçı bize gerçekten dokunur.

5. Sonunda sevgililerden biri ölür ve sonsuza dek huzur içinde yatarlar. Güle güle sevgi kelebeği.